16 Mayıs 2018 Çarşamba

FEN BİLİMLERİ DERSİNDE LABORATUVAR ÇALIŞMALARININ ÖNEMİ


“Bana balık vereceğine balık tutmasını öğret” demiş bir Çin atasözü. Bilgi çağının yaşandığı günümüz eğitim sisteminde de temel amaç, öğrencilere mevcut bilgileri aktarmaktan ziyade bilgiye ulaşma becerilerini kazandırmak olmalıdır. Bu da ezberden çok kavrayarak öğrenmeyi, bilgilerini, karşılaşılan yeni durumlarla ilgili problemlere uygulayabilme ve bilimsel yöntem süreci ile ilgili becerileri gerektirir. “Evettt! Sayfa 29’u oku bakalım oğlum”, “Herkes takip etsin, nerede kalmıştık kızım”, “Sayfa 25 ile 36 arasını ezberleyin” dönemi kapanalı çok oldu. 

Fen Bilimleri Öğretim Programı, sorgulayıcı öğrenme sayesinde öğrencilerin sadece fen dersini öğrenmekle kalmayıp aynı zamanda onların birer bilim insanı rolü oynamalarının ve farklı düşünme yollarını keşfetmelerinin mümkün olabileceğini vurgulamaktadır. İşte tam bu noktada sorgulayıcı öğrenme becerilerinin öğrencilere kazandırılabileceği ortamları sağlamada laboratuvar uygulamalarının önemi büyüktür. 

“Nasıl oluştu? Niye oluştu? Ne oluştu?” soruları bir problem şeklinde öğrenciler tarafından oluşturulmalı ve cevapları yine öğrenciler tarafından aranmalıdır. 

Fen eğitimcileri sorgulamaya dayalı laboratuvar uygulamalarıyla ilgili araştırmalarında öğrencilerin akademik fen başarılarında belirgin olarak artış olduğunu belirtmişlerdir. Geleneksel sınıflar içerisinde öğrencilerin dikkati kolaylıkla başka yöne sapabiliyorken, laboratuvar çalışmasının somut yaşantılara dayanan yapısı, öğrencilerin dikkatini yoğunlaştırmalarını sağlar. 40 dakika bir kişinin karşınızda sadece konuştuğunu düşünün, onu ne kadar dinleyebilirsiniz ki…  

Bizim uygulamalı çalışmalar yapmamızın temel amaçlarını paylaşacak olursak;
Öğrencilerin derse olan ilgilerini arttırmak ve onları güdülemek,
Laboratuvar becerilerini öğretmek,
Bilimsel bilgi öğrenmelerini ilerletmek,
Bilimsel yöntem hakkında bir iç görü kazanmalarını sağlamak ve bilimsel yöntem kullanımındaki uzmanlaşmayı ilerletmek,
Açık fikirlilik, nesnellik gibi bazı bilimsel tutumları geliştirmek.


Fen Bilimleri dersinin hayatla bu kadar iç içe olması onun kolay anlaşılabilir bir ders olduğunu gösterir. Ancak soyut kavramların zorluk yarattığını ve kitapla, kalemle, yazıyla sınırlı kalınmaması gerektiğini, tüm bu gelişmelerin denenebilir bir şekilde göz önünde canlandırılmasıyla daha anlaşılır hale geleceğini unutmamak gerekir. 

Newton ya da Arşimet’in hikâyelerini okuyacak olursanız, göreceksiniz ki deneyler ve gözlemler ilerleme sağlar. Hayatımıza yön veren tüm bilimsel gelişmelerin arkasında bir dizi deney vardır. Bu sebeple biz, derslerimizde laboratuvar çalışmalarından sıkça faydalanmayı tercih ediyoruz.

İlkay Paçuloğlu, KAYI Okulları Fen Bilimleri Öğretmeni 

Kaynaklar
*Yıldız, E., 2004. Farklı Deney Teknikleriyle Fen Öğretimi, Dokuz Eylül Üniversitesi
*TAŞKOYAN, S., 2008. Fen Ve Teknoloji Öğretiminde Sorgulayıcı Öğrenme Stratejilerinin Öğrencilerin Sorgulayıcı Öğrenme Becerileri, Akademik Başarıları ve Tutumları Üzerindeki Etkisi, Dokuz Eylül Üniversitesi
*Akgün, Ö., 2010. Öğretmen Adaylarının Fen Ve Teknoloji Laboratuvarına İlişkin Görüşleri ve Bilim Okur-Yazarlığı, Fırat Üniversitesi

ÇOCUKLARIN TEKNOLOJİ KULLANIMINA BAKIŞIMIZ, İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ÇAĞDAN YOLA ÇIKARAK GERÇEKÇİ VE MAKUL OLMALI.



“Teknolojinin günlük yaşamın organik bir parçası olduğu günümüzde, çocukların tablet ve bilgisayar kullanımı ile ilgili kalıplaşmış yargılarımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Çünkü geleceğin büyülü teknolojisini, bugün tabletlerinde oyun oynayan çocuklar inşa edecek.” 
KAYI Okulları Genel Müdürü Deniz Demirtaş paylaşımında, anne babaların, çocukların teknoloji kullanımına ilişkin yargılarına dikkat çekiyor. 

Teknoloji her çağda yenileyici ve değiştirici bir güce sahip oldu. Bir yandan pozitif bilimleri geliştirdi, diğer yandan da toplumsal hayata ve bireysel yaşamlarımıza etki etti. Rutinlerimiz ve alışkanlıklarımız üzerinde de belirleyici oldu; güncelleyici, değiştirici, vazgeçirici ya da yenilerini kazandırıcı bir güç olarak karşımıza çıktı. 

Kişisel tarihimizde, bazı teknolojilerin tabanda standart haline geldiği bir dünyaya gözlerimizi açmışken, bazı teknolojik ürünler de zamanla hayatımıza girdi. 20. yüzyılın son çeyreğinde, 80’li yılların ortalarında yeni bir teknolojik ürün olan kişisel bilgisayarlar evlerimize girmeye başladığında, daha eski bir teknoloji olan televizyon her evin salonunda çoktan yerini almış, her yaştan insanın karşısında zaman geçirmekten hoşlandığı bir eğlence aracı olmuştu. Tıpkı ondan yıllar önce hayatımıza giren ve bizden önceki kuşakları büyüleyen sinema gibi…

Evin diğer mekânlarında da dönemin teknolojisini yansıtan başka cihazlar bulunuyordu. Tam otomatik çamaşır makineleri, buharlı ütüler, küçük ev aletleri, video, elektronik tartılar… Teknoloji gelişirken, teknolojiye sahip olma istediğimiz de gün geçtikçe arttı. İstiyorduk; çünkü teknoloji işimizi kolaylaştırıyordu; hızımızı arttırıyor, bize zaman kazandırıyordu. Üstelik kazandırdığı zamanı da daha eğlenceli geçirmemizi sağlıyordu. O yıllarda, geleceğin kurgulandığı filmlerde gördüğümüz ileri teknolojileri de hayal eder, geleceği iple çeker olmuştuk: Aynı zamanda telefon olarak kullanılabilen kol saatleri, elde tutulan ama haberleri kendiliğinden güncellenen gazeteler, konuşan otomobiller… Teknoloji, hayatımızın ayrılmaz bir parçası olacak gibi duruyordu.
İşte şimdi bu oldu.
Her insan, sınırları içinde doğduğu çağa aittir. İnsanın nasıl bir birey olacağını kendi özünden gelen yapı taşları ile birlikte çevre belirler. Zamanın ruhundan bağımsız hareket etme imkânı olmayan yakın ve uzak, iç ve dış çevreler, yönelimlerimizle birleşerek bizi şekillendirir. 

Bir iletişim aracı olarak kullandığımız, temel işlevi uzak iki kişi arasında konuşmayı sağlamak olan telefonu belki de artık en az bu işlev için kullanıyoruz. Onunla mesaj yazıyor, fotoğraf çekiyor ve paylaşıyor, kitlesel ya da bireysel medyaların paylaşımlarını görüyor ve onlarla iletişime geçiyor, uçak bileti alıyor, fatura ödüyor, otel rezervasyonu yapıyoruz. Günün her dakikasında elimize aldığımız bir cihaz olmanın ötesinde, organik olmayan, organik bir parçamız artık akıllı telefonlar. Hayatımızın önemli bir parçası. Telefon etmek için ankesör aramıyor, yazılı iletişim için mektup yazmıyor, gelişmeleri öğrenmek için ertesi günün gazetesini beklemiyor, bilet almak için havayolu şirketinin ofisine; oda kiralamak için de otele gitmiyor veya telefon etmiyoruz. Aslına bakarsanız, tıpkı eskiden olduğu gibi bunlar bir alternatif olarak hâlâ bir kenarda duruyor. Tabii vakit kaybetmek isteyenler için… 

Bizi etkileyen ve şekillendiren çevre, yetişkinler için nasılsa çocuklar için de öyle bir etkiye sahip. Zamanın ruhu, çocuklar için de aynı biçimde çalışıyor. Doğuştan sahip olduğumuz alıcılar, “çevresel koşullara uyum gösterme becerisi” olarak da tanımlayabileceğimiz zekâyı harekete geçiriyor ve zamana uyumlanıyoruz. Çocuklardaki alıcıların çekim gücü, biz yetişkinlerinkilere göre daha da yüksek. Bu yüzden de yeniliği kabullenme, ona uyum sağlama ve onu kullanma becerisi, çocuklarda yetişkinlere göre daha gelişmiş.

Önümüzdeki 30 yılda hayatımıza, bugünkü benzerlerine göre çok daha gelişmiş teknolojik cihazlar girecek. Kullanıcı dostu olmaları; sunacakları kullanım kolaylıklarının yanı sıra, biçimsel olarak da insandan izler taşımalarından kaynaklanacak. Evet, onlara “robotlar” diyeceğiz. Yapmayı, zaman ve emek kaybı olarak yorumladığımız işlerimizi yapacak, tıpkı şimdiki akıllı telefon uygulamaları gibi bize hizmet edecekler. Bu teknolojiyi kim geliştirecek dersiniz? Şu an, tabletle biraz daha zaman geçirmek için biz yetişkinleri ikna etmek zorunda kalan çocuklar. Bugün yoğun okul günlerinin ardından biraz soluklanmak ve eğlenmek için açtıkları bilgisayarların daha ileri biçimlerini gelecekte üretecek olanlar, onlar. 
Çocukluk yaşantılarımızı zenginleştiren oyunlardır. Çocukluğumuzda ne kadar çok oyun oynamışsak, o kadar çok denemiş ve yaşama ilişkin beceri kazanmış oluyoruz. 
Yaşam pratiğinde süreç nasıl işliyorsa, teknoloji deneyimlerimizde de aynısı oluyor. Orada da önce oyunla başlıyoruz. 

Öte yandan her oyun bir yandan bizi beslerken bir yandan da bize efor sarf ettiriyor, yoruyor. Dinlenme, beslenme gibi ihtiyaçlar ortaya çıkıyor. 
Çocukluktan ergenliğe, tercih edilen teknolojik ürünler ağırlıklı olarak, bilgisayarlar ve tabletler/akıllı telefonlar. Elbette bu cihazlar tek başına bir işe yaramıyor, onların kullanılabilir olmasını sağlayan programlar ve uygulamalar var. Tercih edilen uygulamaların türüne baktığımızda küçük yaşlarda bireysel oynanan oyunlar, yaş büyüdükçe online oyunlar, fotoğraflı sosyal medyalar, yazılı sosyal medya mecraları olduğunu görüyoruz.

Bunlarla geçirilen zamanın, belli bir noktaya kadar dinlendirici ve eğlendirici, belli bir süreden sonra da yorucu ve yıkıcı olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan kullanma süresini doğru ayarlamak gerekiyor. Teknolojiyi kullanabilme becerisinin, kazanılması ve sürdürülmesi gereken bir beceri olduğu gerçeğini yadsımadan beslenmemiz gereken başka kanallar olduğunu da unutmamak gerek. Aile üyeleri, arkadaşlar, kitaplar, akademik uğraşlar; bu kanalların kanlı canlı olanlarından. Üstelik teknoloji hayatımıza bu kadar yoğun girmeden önce, kullanışlı oldukları pek çok kez test edilmiş enstrümanlar bunlar.  

Teknolojiyi çocuklarımızın yaşamına doğru bir şekilde entegre etmeyi öğrenmeliyiz. Bu anlamda ortak geçerliliği olan bir reçeteden söz edemeyiz. 

Nasıl ki her çocuk farklı biçim ve sürede öğreniyorsa, teknoloji kaynaklı oyun ve eğlence konusunda alt ve üst sınırını belirlerken yine çocuğa göre hareket etmek gerekiyor. 

Çocukların teknolojiyi sadece tüketim malzemesi olarak kullanmaması, üretim tarafında da olmaları, onları daha özgüvenli kılarken, içlerindeki yaratma enerjisini dönüştürebildikleri ölçüde kendilerini daha mutlu hissetmelerini sağlıyor. Geleceğin dili olarak tanımlanan ve dijitalleşen hayatta dünyadaki olup biteni anlama adına kodlama ile çocuklarımızın erken yaşta tanışması da algoritmik düşünme ve problem çözme becerilerini geliştirmeleri, bir işi sıraya koymayı, sıralanan işi tekrarlamayı, o işle ilgili fonksiyonlar üretme beceresi edinmelerini açısından değer taşıyor. Bunun yanı sıra teknolojiye ebeveynlerin kontrolünde, güvenli kişisel ortamdan dünyaya açılan bir keşif kapısı olarak bakmak da çok yanlış olmayacaktır. 

Özellikle erken çocukluk döneminde yoğun teknoloji kullanımı, zayıf çocuk- ebeveyn ilişkisinin yaygınlaşmasına yol açabiliyor. Bunun devamında zayıf akran ilişkileri ve etkileşim temelli sorunlar bunları izleyebiliyor. Bu açıdan sosyal medya kullanımı ve online olarak oynanan oyunlar sırasında çocuklarımızın güvenliğini sağlamak, kendi güvenliklerini sağlayabilmeleri hususunda onları bilgilendirmek bedensel ve ruhsal sağlığın korunması için büyük önem taşıyor.


Bu konuda şu adımları izleyebiliriz:
Telefon, tablet ve bilgisayarla olan kendi ilişkimizi gözden geçirmek doğru bir ilk adım olacaktır.  Örneğin akşamları işten gelen anne-babalar olarak evdeki vaktimizin ne kadarını bu cihazlarla geçirdiğimiz konusunda bir öz eleştiri yapabiliriz.
Başta bilgisayar ve tablet olmak üzere teknolojik aletleri kullanma konusunda yasaklayıcı değil yönlendirici bir tutum sergileyerek, çocuklara yararlı kullanımı öğretebiliriz.
Bilgisayarın üretim ve fayda amaçlı kullanımı için çocuklarımızla birlikte çalışmalar yapabiliriz.  Araştırmalar yapmak, bu araştırmaların sonunda öğrenilenlerin paylaşmak, öğretici ve geliştirici uygulamalar indirmek ve bu uygulamaları birlikte kullanmak, iyi birer seçim olacaktır. 
Televizyon ya da başka bir cihaz çevremizde olmadan birlikte oyun oynamak, etkinliklere katılmak, yarışmalar yapmak hem çocuklarda aileye olan aidiyeti geliştirecek, hem de iyi vakit geçirmenin başka yolları da olduğu bilincini geliştirmelerini kolaylaştıracaktır.
Açık hava oyunları, spor ya da bir müzik enstrümanı çalma konusundaki yönlendirmelerimiz, gerçek hayattaki beğen butonunu kullanmalarını sağlayacaktır. 
Kabul edelim ki teknoloji gün geçtikçe hayatımızdaki etkisini arttıracak. Bu yüzden onu reddetmekten veya çocuklarımız tarafından kabul görmeyecek düzeyde sınırlandırmaktansa, geleceğin teknolojisini bugünün çocuklarının, şimdiki deneyimlerinden de yola çıkarak inşa edeceğini unutmadan eğlenme-öğrenme ve üretme dengesini kurma yolunda çalışalım.  

Öğrencilerimize teknoloji kullanımı konusunda rehberlik ederken katı yargılar içeren nasihat verici bir tutum takınmaktansa deneyimlerimizi ve düşüncelerimizi paylaşma yoluna gitmeliyiz:
Okul yaşamının başlamasıyla birlikte, çocuklar eğitim teknolojileriyle de tanışıyor. Teknolojinin akademik beceri gelişiminde bir araç olabileceğini deneyimleme fırsatı buluyorlar. Ders tasarımlarında eğlenceli uygulamalara yer verilmesi, sürece online uygulamaların dahil edilmesi, öğrenme ortamını zenginleştirecektir. Öğretmenlerin, teknolojinin doğru kullanımı konusunda nasihat niteliği taşımayan, hayattan izler içeren paylaşımlarda bulunmaları, çocuklar üzerinde bu anlamda geliştirici olacaktır. 

“ÇOCUKLARIN ÖZGÜR VE YARATICI BAKIŞ AÇILARI BENİM ESERLERİM İÇİN DE BİR İLHAM KAYNAĞI…”


Kısa süre önce Hindistan’da “Unity of Being” adlı uluslararası solo sergisini sanatseverlerle buluşturan ressam, sanat eğitimcisi ve atelierista Pelin Yazar; hayatının izdüşümü olan sanat çalışmalarına çocukların ilham kaynağı olduğunu belirtiyor. “Çocuklar; soru sormayı, denemeyi, keşfetmeyi, öğrenmeyi, kendini sanatla ifade etmeyi severler. Sanatçılar da öyle.” diyen eğitmen-sanatçı; hayatın tüm dinamiklerini içerisinde barındıran, öğrenmenin kalbi atölyelerde çocuklarla birlikte keşfetmenin ve üretmenin mutluluğunu yaşıyor. 

Neden Hindistan’da kişisel sergi açmayı tercih ettiniz?
Hindistan'da bulunan Gandhi Sanat Galerisinden aldığım teklif ve Kanada’nın vermiş olduğu sanat desteği ile bir yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığım “Unity of Being” adlı solo sergimi New Delhi'de sanatseverlerle buluşturdum.
Serginin konusu nedir? Sergiye gösterilen ilgi sizi memnun etti mi?
"The Unity of Being" adlı solo sergimde yer alan kişisel sanat eserlerimi doğadan ve günlük yaşamın olağan hallerinden esinlenerek oluşturdum ve eserlerime doğaya olan sevgi ve saygımı yansıtmaya çalıştım. Dünya üzerindeki kültürlerin zenginliği, her şeyin bir şekilde birbiri ile bağlantıda olması ve bu bağlantının aslında birliği oluşturması etkilendiğim temel düşünceydi. Bu düşünceye ve "palyaço" sembolüne dünya sahnesinde nasıl rol aldığımızı göstermek için bir araç olarak eserlerimde yer verdim. New Delhili sanatseverler sergime oldukça ilgi gösterdiler, eserlerimle ilgili sorular sordular ve düşüncelerini paylaştılar. 
Hindistan’ı nasıl buldunuz, gezme şansınız oldu mu?
Hindistan görmek istediğim ülkelerin başında geliyordu. Tarihi, coğrafyası, mimarisi, geleneksel el sanatları, müziği, dansı, sineması ve mutfağı ile fazlasıyla ilgimi çekiyordu. Oraya gittiğimde bizim kültürümüze yakın değerler gördüm. Mesela Türklerin misafirperverliği ve kuvvetli aile bağları orada da var. Sergime gelen ve tanıdığım pek çok kişi evlerinde yemek yapıp beni ağırlamak istediler.
İki hafta boyunca bu kültürün içerisinde yaşamak, tecrübe sahibi olmak, gözlem yapmak, sanatsal yaşamıma oldukça katkıda bulundu. Sanatçıların atölyelerine ve sergilerine gitme şansım oldu. Ortak proje ve planlama çalışmalarımız oldu. Meslektaşlarımla aynı heyecanı duymak, farklılıklarımıza rağmen sağlam iletişim kurmak, bana vermiş oldukları destek beni çok duygulandırdı. Hindistan’daki doğa, konuşulan diller, kıyafetlerdeki renkler, gözlerinin içi gülen çocuklar, farklılıklardan ve zıtlıklardan oluşan bu “harmony” beni gerçekten etkiledi diyebilirim.
İstanbul’da hangi çalışmaları yürütüyorsunuz?  
20 yıla yakın bir süre Kuzey Amerika'da yaşadıktan sonra İstanbul'a yerleştim. Aslında Montreal-İstanbul hattında seyahatlerim ve sergilerim devam ediyor. 26 Şubat - 9 Mart arasında Londra’da La Galleria Pall’de düzenlenecek karma sergiye katılarak 'Nocturne' serisinden 4 tane resmimi sergiledim. Kanada’da galerie 5 continents’da beni ve diğer üç ressamı temsil eden çalışmalarımla 15- 18 Mart’ta Ankara’da düzenlenen ARTAnkara 4. Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı’nda yer aldım.
İstanbul'a dönüş yaptığımda Kuzey Amerika'da edindiğim görsel sanatlar alanındaki eğitimcilik tecrübemi kullanmak istedim. Bu isteğim beni KAYI Okulları ile karşılaştırdı. KAYI Okulları bünyesinde Atelierista olarak çocuklarla iç içe bir ortamda çalışmalarımı sürdürüyorum. Çalıştığım kurum İstanbul'da Reggio Emillio yaklaşımını ciddiyetle uygulayan bir okul. İtalya’da Reggio Emila yaklaşımı ve uygulamaları üzerine düzenlenen eğitimlere düzenli olarak katılan, başta Genel Müdürümüz Deniz Demirtaş, Reggio Eğitim Koordinatörümüz Ayşegül Esener Soysal, Anaokulu Koordinatörümüz Pınar Atabarut Tutal olmak üzere ahenk içinde çalışan, birbirine destek olan akademik donanım açısından güçlü bir ekip içerisinde yer alıyorum. 


Atelierista olarak yürüttüğünüz bu programın farklı olan yanları nelerdir?
Öğrencilerin her yaşta kendilerini ifade etmelerini sağlayan tam donanımlı sanat ve zanaat atölyelerimiz bulunuyor. Çocuğun farklı ifade dillerini kullanabileceği sonsuz fırsatlar sunan, ilgi çekici, merak ve heyecan uyandıran çalışma ortamları olarak düzenlediğimiz STEM, Görsel Sanatlar, Marangoz ve Maker, Yağlı Boya, Heykel ve Seramik, Işık, Dijital, Mutfak, Yaşayan Organizmalar, Teknik Çizim Atölyeleri tüm öğrencilerimizin ve öğretmenlerimizin kulüp ve eğitim çalışmalarını yürütmeleri için tasarlandı. Aslında bu atölyelerle eğitimi sınıf dışına taşıyoruz. Tasarladığımız farklı eğitimsel mekanlarla klasik eğitim metotları yerine eğitim modelimizin temelini yaratıcılık üzerine kuruyoruz. Atölyelerimiz ile öğrenmeleri birer deneyime dönüştürüyoruz. Gerçek hayatta olduğu gibi disiplinler arası duvarları kaldırarak, tüm branşların iç içe geçtiği bütünsel bir yaklaşımla eğitim sürecimizi yürütüyoruz. 
Atelierista kimdir, neler yapar? Resim öğretmeni ile Atelierista arasındaki fark nedir? 
Öğretmen müfredatı öğretir hazır olan programı uygular. Atelierista ise öğrenme laboratuvarı dediğimiz atölyelerde öğretmenlere destek olarak projelerde çalışır. Müfredatın merkezi öğrencinin sorusu ve ondan doğan hipotezdir. Çocuklar atölyelerde farklı ve küçük gruplarda çalışırlar. Örneğin üç öğrenci çizim yapıyorsa diğer beş kişilik grup konuyu üç boyutla ifade eder. Bir başka değişle Atelierista öğrencilerin kendilerini yansıtmak için 100’den fazla farklı dil kullanmaları için teşvik eder.
Çocuğun 100 dili ifadesini açıklayabilir misiniz? Bu yaklaşım neden önemli sizce? 
Reggio Emilia Yaklaşımının pedagojik bakış açısını oluşturan Loris Malaguzzi'nin “Çocuğun 100 Dili” ifadesi anaokulundan yüksek öğrenime kadar benimsediğimiz eğitim anlayışımızın temelini oluşturuyor. Çocuklarımız kendini ifade etmekte 100'den fazla dili kullanarak projeler, atölyeler ve sanat çalışmaları ile yaratıcı potansiyellerini ortaya çıkarıyorlar. Projelerinde çizgi, resim, drama, müzik, dans, fotoğraf, heykel, şiir, animasyon, video ve sanat dillerini kullanan çocuklar merak ettikleri konuları deneyerek, yaşayarak öğreniyorlar. Farklı sanat dilleriyle kendilerini ifade eden öğrenciler, ezbere dayalı olmadığı için severek öğreniyorlar. Öğrendikleri konular arasında bağlantı kurabiliyorlar. Okul ortamında kendilerini, yeteneklerini keşfeden çocuklar, seslerini duyurmak için birçok seçenek olduğunun farkına vararak üretmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Bu mutluluğun bir parçası olmak, benim için önemli bir gurur ve heyecan kaynağı…
Sanat eğitimcisi olarak bir okulda çalışmak, sanat anlayışınızı nasıl şekillendiriyor?
Çocuklarla sanat atölyelerinde 20 yıldan fazla süredir çalışıyorum. Amerika’da farklı eyaletlerde atölye dersleri verdim ama özellikle kendimi Sanat Eğitimi alanında geliştirdiğim yer Chicago oldu. Montreal’de uzun yıllar okullarda sanat programlarının atölyelerinde gençlere, yetişkinlere ve yaşlılara Plastik Sanatlar eğitimi verdim. Ama bana en zevkli gelen küçük yaş grubundaki çocuklarla çalışmak oldu. Çocuklar soru sormayı, denemeyi, keşfetmeyi, öğrenmeyi, kendini sanatla ifade etmeyi severler. Sanatçılar da öyle. O yüzden onlarla olmak beni zinde tutan sorularına cevap vermek, onlarla bilgilerimi paylaşmak ve onlarla öğrenmek paha biçilemez… Anaokulu ve ilkokul çocukları ile bir arada olmak, onların özgür ve yaratıcı bakış açıları benim eserlerim için de bir ilham kaynağı…
Bir sanatçı olarak çocuklara hangi farklı bakış açılarını kattığınızı düşünüyorsunuz?
Sanatçı olmak iç disiplin gerektiren bir meslektir. Yeteneğin yanı sıra sürekli çalışmak, tutku duymak, sevmek ve inanmak önemlidir. Çocuklara sanatçının içinde yaşadığı bu yoğunluğu hissettirmeye, onların hayal güçlerini kullanmalarına, hayata gelirken içlerinde taşıdıkları potansiyellerini açığa çıkarmalarına ve yeteneklerini keşfetmelerine yardımcı olmaya, kullanabilecekleri sanatsal teknikleri göstermeye çalışıyorum. Problem çözme, hatalardan ders alma, öğrenmeyi deneme, yaşayarak öğrenme, kendini keşfetme, özgüven, özsaygı ve sevgi duyma… Atölyelerimizdeki tüm projelerde çocuklarımıza bu temel kazanım ve tutumları aktarmaya çalışıyorum.


Sizce çocuklarda sanat eğitimi kaç yaşında ve nasıl başlamalı?
Beyindeki nöronlar arasındaki snaps bağlantılarının sayısı 0-3 yaş arasında zirve noktasına ulaştıktan sonra bu sayı, yaş arttıkça azalmaya başlıyor. 3-7 yaş arasındaki dönem, öğrenmenin en hızlı olduğu dönem, o nedenle bu dönemi çok iyi değerlendirmek, çocuklara öğrenme deneyimleri açısından zengin bir ortam sunmak gerekiyor. Bu zenginlikte sanat çalışmaları önemli bir yer tutuyor ama 3 yaşından itibaren doğru bir anaokulu eğitimi ile devreye girmek gerekiyor. Bu eğitimin çocukların 100’den fazla dili kullanarak kendilerini ifade edebileceği özgün ve yaratıcı bir kapsamı olması gerekiyor. Sadece sanat değil, hayatın tüm dinamiklerini içerisinde barındıran bir eğitim çocuğun hem sosyal hem de akademik başarısını, aynı zamanda kendini mutlu hissetmesini sağlayacaktır.



ÜNİVERSİTE TERCİHLERİ BAŞLADI

30 Haziran Cumartesi ve 1 Temmuz Pazar günü 3 oturumda gerçekleşen 2018 YKS sonuçlarının 31 Temmuz’da açıklanmasının ardından TYT (Teme...